Fizikçiler zamanın olmadığını, zaman kavramının, insanların olayları anlayabilmek için sıraya koymak zorunda kaldıkları bir şey olduğunu söylüyorlar. Çünkü insan ölçmek, onaylamak ve hatırlamak ister, madde dünyasında varlığını hatırlayabilmek için kanıt ister.
Einstein zamana değil, zamansızlığa inanıyordu. Ona göre geçmiş, şimdi ve gelecek aynı anda yaşanıyordu. Ayrıca şimdi kavramını da kabul etmiyordu. Tüm zamanlar, aynı gerçeklikte ve aynı uzaklıktaydı.
Aslında bir yanımız bunu bilirken, bir yanımız da bunu reddediyor. Bizler bu yaman çelişkide yaşayıp gidiyoruz. Bazılarımız manayı ararken, bazılarımız maddeyi yaşıyor: Benim davetim ikisini aynı anda yaşamamız için.
O halde neyi anlamalıyız???
Hepimiz yaşamı ve geleceğimizi geçmişimizin izinden takip ederiz. Onlardan gelen tüm kayıtların sanki bizi yönettiğine inanırız. Bazen genetik kodlar, bazen atalar, ailemiz, geçmiş yaşantılarımız hepsi bizi zamana ve nedenlere kilitler. Hatta daha da ileri gidip
İnsan bilinci ne zaman oluştu?
Tanrı var mı?
İlk atalarımız uzaylı mıydı?
Big bang oldu mu?
Bu tür sorular bizi kendi iç dünyamıza odaklamaya, her nefesin, her duygunun yaşandığı anı yeniden ve yeniden yaşamımıza yarıyor. Ama hala işin içinden çıkamadığımız gibi binlerce nedende boğulup duruyoruz
Çünkü bir adım ileri geçip akıldan çıkmamız lazım. Bu akılla çözülecek bir durum değil, sadece ve sadece her şeye ve her olasılığa eşit uzaklıkta olduğumuzu bilmeyi ve bu bilinçten yaşamayı denememiz lazım.
Zaman yoksa neyin peşindeyiz???
Peşinde olduğumuz şey, bizi sınırlamakta. Sonsuz sınırsız potansiyelimizi kullanmak varken, kendimizi neden geçmiş, gelecek, şimdi üçgeninde kısıtlayalım ki?
Mevlana ne güzel söylemiş
Her şey gelip geçici gönül,
Bak az önce aldığın nefes bile geçti.